Rasyonalizmden Fenomenolojiye: Heidegger’in Varlık Eleştirisi

Varlık ile bireyin ilişkisi hakkında sistemli bir inceleme Martin Heidegger tarafından başlatılmıştır. 

Yazımıza Martin  Heidegger’ in in Varlığa bakış açısı ile bakmamız yerinde olacaktır: 

Heidegger’ in Kartezyen Felsefe Eleştirisi: 

•Heidegger, Kant, Descartes ve Husserl’ i varlığa bakışları konusunda eleştirir. Heidegger’ e göre varlık, zaman içerisinde unutulmuş bir mefhumdur ve onun hakkındaki sorular, Descartes’ ın “Cogito” su ile benzer bir şekilde özne olacak olan ve kendi varlığını ve tümel varlığı sorgulayacak ve hakikatini keşfedecek olan Dasein tarafından sorulmalıdır. Şimdi Descartes’ ın idealize ettiği ve Felsefe dünyasında özne olacak olan Cogito ve Heidegger’ in Dasein mefhumlarını ele alalım: 

Cogito ve Dasein 

•Cogito, Descartes’ ın Discours De La Méthode adlı eserinde bahsettiği bir tümevarımdır. Descartes’ a göre bu özne yani Cogito, Felsefe dünyasında yeni öznedir ve Felsefede yeni bilgiler üretecek olan odur. Cogito aslında Ayn Rand’ ın The Foutainhead adlı romanında anlattığı Howard Roark karakterine benzer: Howard, bir modernisttir ve toplumun kolektif yargılarına zıt davranışlar sergilemekte ve binalar yapmaktadır. Yani aslında Baudrillard’ ın bahsettiği Tüketim Toplumunda Cogito öznedir. Tabii ki bu öznelik, iki açıdan ele alınabilir; Cogito’ nun formeli nedir ve neden vardır? Cogito’ nun görevi sadece Tanrı’yı rasyonal bir şekilde açıklamak mıdır yoksa varlık, yani Ontoloji, üzerine de düşünmek midir? Descartes’ ın Kartezyen Felsefesi genelde varlığı, benzer şekilde Kant’ın yaptığı gibi ve diğer Rasyonalistlerin yaptığı gibi, varlığı ruh ve nesne(madde) olarak ele alır. Descartes için aslında Nietzsche, Kierkegaard (bir yazımda buna değineceğim), Bergson gibi Filozoflardan önce Postmodernizmin başlangıcı diyebiliriz. Çünkü Philipp Mainländer’ ın Das Philosophie der Örlosung adlı eserinde anlattığı gibi toplumların fikrî tekamülü bireyciliğin artması ve bunu toplumun her alanında görmek ile mümkündür. Mainländer’ a göre bunu Tarihsel açıdan başarabilen tek milletler Yahudiler ve Hintliler olmuştur(bkz. Önsöz, Kurtuluş Felsefesi). Filozoflardan ise Antik Yunan’da Pagan geleneğinin sorgulanması, Spinoza ile bireye bir kutsallık atfedilmesi ve Schopenhauer gibi Filozoflar sayesinde bu durum en üst merhaleye ulaşmıştır. Descartes’da aslında kendisinden yıllar sonra başlayacak olan(Lyotard’ ın söylemiyle üstdeğerlerin yıkımı olan)Postmodern durumun ilanıdır. Foucault, bireyin genelde “kurucu özne” olduğunu söyler; yani bilim tarafından insanın objeleştirilmesi( bkz. Çağdaş Fransız Felsefesi, Ufuk Bircan; Bilginin Arkeolojisi, Michel Foucault; Cinselliğin Tarihi, Michel Foucault). Foucault ve Descartes’ın söylemlerinin diyalektiği sonucu aslında Heidegger’ in söyleyeceği şeylerden biri olan Descartes’ ın Cogito’ sunun varlığı parçalara ayırması sonucu iktidarın topluma zamanla içkin kılınmasıdır. Bu durumda Cogito’ nun asıl yapması gereken Ontoloji ile ilgili sorular sormaktır. 

Dasein, mefhumsal karşılık olarak varlık hakkında sorular soran, kendi varlığının farkında olan öznedir. Zuhandensein( yani el altında varolanlar) aracılığı ile ontoloji hakkında yorum yapar ve çoğu zaman soyut mefhumların salt gerçeklikte somut bir karşılığını bulamasa da bunları Vorhandensein(Bilme yahut betimleme yolu ile teorik olarak ilişki kurulan varlık) ile açıklamaya çalışır. Bu Dasein, Kierkegaard’ın dediği gibi nesne ile ilk karşılaşmasında “Anksiyete” duyabilir fakat Dasein eğer Hegel’ in yaptığı gibi maddi dünyayı kendine numen kılmak istemiyorsa, kendisi ya Tanrı ile içsel bir bağ kurmalıdır ve çevresi ile en az düzeyde, en az diyoruz çünkü insan neticede Aristoteles’in dediği gibi bir “ Politik Hayvandır”, iletişim kurarak-her ne kadar insanlar ona bakarak hayret etse de aynı Übermensch gibi yahut Zerdüşt gibi hakikati yaşamak ve haykırmaktan korkmamalıdır- İman Şövalyesi olduğunu kanıtlamalıdır. Dasein, varlığın unutulduğunu düşünür ve onun ardındaki hakikati öğrenerek dil ile ifade etmek ister. 

Dasein ve Cogito: 

Cogito, dış dünyayı Schopenhauer’ in “tasarım” fikri gibi dış dünyayı zihnin idealize ettiği şekilde tasavvur eder. Dasein ise zaten varlığı sorgulayabilme elimine sahiptir ve o, varlığı bir bütün olarak ele alır. Ayrıca Cogito, aslında bir yandan yaptığı tümevarım ile ahlakî yargıların Ahlakî- Super- Naturalist olduğunu söylerken Dasein, ahlakî ilkelere varlık sayesinde ulaşır. Dolayısıyla bir Ahlakî Naturalisttir. 

•Heidegger, bu yüzden Parmenides gibi Filozoflardan ve Pre- Sokratik Filozoflardan etkilenmiştir. Filozoflar, varolanları bir bütün şeklinde ele alıyor ve çoğu zaman Aklın yetersiz kaldığı durumlarda(bkz. Kierkegaard’ ın bahsedeceği teslimiyet mefhumu) varlığı yine kendine içkin tözler ile açıklamaya çalışmışlardır. 

Heidegger ve Immanuel Kant: 

Heidegger, Immanuel Kant ile farklı fikir tekamülleri yürüttüğü yönlerden bir tanesi, Descartes’ ın Düalizmine benzer bir şekilde, dış dünyanın idealize edilmesi konusudur. 

Büyük Filozof Kant, dış dünyayı yani Descartes’ ın öznesi dışındaki dünyayı Fenomen ve Numen şeklinde ayırmıştır. Fenomen, dış dünyada ve “ben” in dışında kalan ve genellikle A Posteriori olan tümel varlıklardır. Numen, A Priori olabilen yahut zihnin tasavvur ettiği ve algılayamadığımız dünyadır. Fenomen’ e insanın kendi potansiyeli ile erişilebilirken(bkz. Mainländer’ in İletim Aygıtı ve Duyu Organı ayrımı) ,Numen ise genelde zihnin farklı fikir tekamülleri ile erişimi yollardır-Filozoflar, farklı yollar öne sürmüşlerdir; yani bu yollar ile Metafiziksel Gerçekliğe ulaşabiliriz: Entüisyonizm, İman Sıçraması gibi-.Heidegger, daha önce de bahsettiğimiz gibi varlığın unutulmuşluğu sorusunun yeniden gündeme getirilmesi gerektiğini savunan bir Filozoftur. Ve dolayısıyla Kant ile burada bir fikir farklılığı söz konusudur. Ancak Heidegger, Kant’ a benzer bir şekilde, kendi mefhumu Vorhandensein ile Kant’ın Numen mefhumuna benzemektedir. Farklılıkları ise Vorhandensein dil ile ifade olunabilirken, Numen de dil ile ifade olunabilir fakat bilgisine ulaşılamaz. 

Heidegger ve Edmund Husserl: 

Heidegger’ in başlarda çok etkilendiği hatta başyapıtı olan Varlık ve Zaman kitabını atfettiği Edmund Husserl’ i sonradan eleştirmiştir. Ancak yine de Heidegger’ de Fenomenolojinin izlerini görmek mümkündür. Husserl’ in Transandantal Ego mefhumu, nesnenin kendisine noesis- noema ilişkisinden yola çıkarak ulaşmayı hedefler. Bu sırada da o nesneye dair tüm algılarımız tamamen askıya alınır ve sezgiler ile ulaşılmaya çalışılır. Heidegger’ in burada varlığı açıklarken yine somut olan varlıktan faydalanılması gerektiğidir. Husserlde ise kısmen bir varlık ayrımı ve varlığı betimlemenin açıklamaktan üstün olduğunu, söyler. Doğal olarak Heidegger ile bir fikir farklılığı vardır. 

Heiddegger, Spinoza ve Leibniz: 

Heidegger’ in en önemli sorusu varlığın unutulmuşluğu,sorusuydu.Burada Heidegger’ in Felsefesini Spinoza ve Leibniz ile konuşacağız: 

Heidegger ve Leibniz: 

Leibniz, Analitik Önermeler gibi görüşleri sayesinde Kant ile benzerliği olan bir Filozoftur(bkz. Leibniz’ in ve Kant’ın Analitik Önerme tanımı). Leibniz’ in monad adını verdiği yapılar evrenin tamamını oluşturan yapılardı. Monadların determinist bir yönü olarak, örneğin bireysel açıdan, gelecekte olacak şeylerin ve Mümkün Dünyaların monadlara içkin oluşuydu. Mümkün Dünyalar, bireyin yaşayacakları durumlardan en iyisiyse, o halde Leibniz’ in özgürlük tanımı, bireyin monadlara uygun hareket etmesidir. 

Ayrıca Leibniz’ in evrene bir Panpsişizm (Evreni yöneten merkezî bir Bilinç) atfetmesi, tümel varlığa bir irade yüklediğinin de göstergesidir. Monadlar dinamikti ve başka bir monad ile birleşme eğilimindeydi fakat bunu yapamıyordu(bkz. Nietzsche’ nin Köle-Efendi Ahlakı). Leibniz’ in bu durumu Heidegger’ in varlık sorusu ile büyük ölçüde benzerlik gösterir. Aslında burada Leibniz’ in evrenin mükemmel oluşu doktrini de monadların doğal olarak bir bilinç oluşturmasını sağlayacaktı, mükemmel olan en bilgili ve irade sahibi olmalıydı ve monadların iradelerinin hepsi birleşip bir büyük Bilinç oluşturmalıydı. 

Leibniz’ in bu şekilde varlığa bir irade atfetmesi, Heidegger’ in Varlığı ele alış şekli ile oldukça uyumluydu. Hayatta Fatalist gibi görünen unsurların Yeter-Sebep İlkesi ile açıklanabileceğini söyleyen Leibniz, aslında öznenin varlık karşısında üstün olmadığını ve ya ona içkin olduğunu ya da kaynağının varlık olduğunu söyler. Plotinos’ un Bir mefhumu gibi varlıklar Mümkün Dünyaların en iyisine bağlı olmak koşulu ile Bir’e bağlı olduğunu söylemek oldukça yerinde olacaktır. Peki, monadlar neden Bir’ e bağlı olmak ister? Aslında burada Leibniz’ in bir Rasyonalist olmasına rağmen İrrasyonal bir açıklamada bulunduğunu(bkz. Kierkegaard’ ın İman Sıçraması)görürüz. Benzer bir şekilde Spinoza da ahlak tanımı yaparken özgürlükçü olmayan bir İrrasyonal Ahlak tanımında bulunduğunu görürüz. 

Heiddegger ve Spinoza’ nın Varlığa Bakışı: 

•Spinoza, varlığı ele alırken aslında Parmenides ve Plotinos gibi Filozoflar ile bağlantısı olduğunu söyleyebiliriz. Spinoza’ nın Tanrı görüşü onun yorumcuları tarafından 3 şekilde ele alınır: Panenteist bir Tanrı betimlemesi( Frederic Lenoir), Spinoza’ nın “ Maskeli bir Ateizm” çizdiği (Robert Misrahi) ve Spinoza’ nın Panteist bir Tanrı anlayışı çizdiği. Spinoza ve Nietzsche gibi Filozofların Felsefeleri sadece bulundukları dönemleri değil, günümüzde de hâlâ etkili olan Felsefelerdir ve net bir akım olarak tasvir etmek zor olduğu için başlı başına bir Felsefe olarak ele almak daha doğru olacaktır. Spinoza’ nın Tanrısı genelde Deus vie Natura şeklinde ifade edilir. Bu ifade, oldukça yoruma açıktır. Spinoza’ nın siyaset, ahlak gibi konular üzerinde de, Din Felsefesinde olduğu kadar, Tanrı anlayışı etkili olduğu için Spinoza Ontolojisini ele almadan önce onun Tanrı hakkındaki görüşlerini inceleyelim: 

Spinoza ve Tanrı Anlayışı: 

Spinoza, Descartes ve Leibniz gibi bir Rasyonalist olmasına rağmen o, evrenin tözünün tek bir şey olması gerektiğini düşünüyordu. Leibniz’ in Monad ayrımı ve Descartes’ ın Tin-Zihin ayrımı aslında varlığı parçalara ayırarak incelemekte ve tasnif etmektedir. Spinoza ise evrenin tözünün, yani cevherinin, bir Conatus (Varlığın kendine kalma iradesi) ‘ a sahip olan, mükemmel ve kusursuz olan ve hiçbir etkiye maruz kalmadan varolan( bkz. Aristoteles’ in Hareketsiz İlk Hareket Ettirici) varlık olmalıydı ve bu varlık Tanrı idi. Spinoza’ nın Felsefesinin temel taşı olan bu doktrin; onun Ahlak, Siyaset ve Ontoloji gibi konulardaki fikirlerini etkileyecektir. Spinoza’ nın Tanrı’sının Ontolojik durumu konusunda az önce bahsettiğimiz üç fikri konuşalım: 

•Spinoza’ nın Maskeli Ateizm Öğretisi: Robert Misrahi tarafından açıklanan bu mefhum’ a göre Spinoza’ nın Tanrı’sının monoteist dinlerin aksine yarattığı nesne(x) ile iletişim kurmaması ve Tanrı’nın özü yaratan değil, özün kendisi oluşu ve yaratıcı olmayan bir Tanrı betimlemeleri aslında Misrahi’ ye göre Spinoza’ nın Maskeli bir Ateizm teklif etmesidir. Eğer Spinoza’ nın Tanrı tanımı Ateist bir Tanrı betimlemesi ise bu durumda onun aslında bireyin kendisini İçsel bir Panteizm’ e ulaştırmasıdır(bkz. Descartes, Discours De La Méthode). Bu durumda ahlakî kurallar tamamen bize bağlı olacaktır. Hâlbuki bu durumda bireyin metafiziksel olarak en üstün varlık olarak boy gösterip bir Nihilist olması lazımken, Spinoza’ nın özgürlüğü reddedip rasyonal temelli olmayan bir ahlak savunduğunu görürüz. 

•Spinoza’ nın Panenteist Tanrı Betimlemesi: Frederic Lenoir’in bahsettiği bu teoriye göre Spinoza, Panenteizm’ in Tanrı tanımına benzer bir Tanrı anlatmaktadır. Evrende özünü barındıran fakat yine de ondan aşkın olan bir Tanrı’yı savunan Panenteizm, Spinoza’ nın özün, yani cevherin, Tanrı olduğunu savunmasıyla benzerlik gösterir. Fakat burada da eğer aşkın bir Tanrı var ise evrenden etkilenmesi ve evrene müdahalesi zorunludur. Ve genellikle Panenteizm’ in Tanrı’sı evrenin kendinden sonradan oluştuğunu savunurken Spinoza’ nın evren anlayışında bir sonsuzluk ile karşılaşırız. 

Spinoza’ nın Panteist Oluşu: Günümüzde Felsefe dünyasında en yaygın görüş olduğunu söyleyebiliriz. Spinoza’ nın “ Deus Vie Natura” ifadesi onun Tanrı ile Evreni, diğer bir deyişle, doğayı bağdaştırmaya çalışmasından ötürü bu anlayış vardır. Gnostik dinlerdeki Tanrısız din anlayışına benzer bir şekilde Spinoza’ nın Tanrı’sının toplum üzerinde, diğer bir deyişle, aşkın bir inanç yahut din yaratmadığını görüyoruz. Panteistlerin genellikle, Ateizm yerine genelde dinsel bir Panteizm seçtiklerini görürüz(bkz. Mainländer’ in Bireycilik ve Dinler Tarihi tanımı, önsöz; Das Philosophie der Örlosung). Yani bireylerin aslında kendisini öznenin de ötesinde en mükemmel Conatus’ a sahip olmak istemelerini ötürüdür. Panteizm, bireylerin Tanrı olması durumunda her eylemde özgür olduğunu söyler ve iyilik- kötülük gibi ahlakî- bilişsel ifadeleri ortadan kaldırır. Spinozada ise iyi- kötü kavramlarının determinist bir şekilde varolduklarını görürüz. Felsefe dünyasında özün Tanrı’da olması durumunda Tanrı’nın mı evrende olduğu yoksa evrenin mi Tanrı’da olduğu yoruma açık bir konudur( İleride bir yazımda bu konu hakkında yazacağım). 

Heidegger ile olan bağlantısına dönecek olursak; 

Spinoza’ nın varlığı ele alınca ona genel olarak bir kutsallık atfetmesi(bkz. özün Tanrı’da oluşu) ve onun Nötr Monizm kavramı onun varlığı bir bütün olarak ele aldığını gösterir. Ve bu Heidegger’ in Der Spiegel dergisine verdiği röportajda söylediği bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir, ifadesi ile benzerlik gösterir. Çünkü varlık, toplumun gözünde(Postmodern durum öncesi) ahlakın mutlak ve tek kaynağı olan din ile açıklanmaya çalışılırsa, bu soru yeniden gündeme gelebilirdi. Spinoza’ nın Ahlakî-Ontolojik olarak daha çok Ahlakî- Naturalist, Heidegger’ in ise Ahlaki-Süper- Naturalist olduğunu söyleyebilir ve ikisinin de Ahlakî açıdan Bilişselci olduklarını söyleyebiliriz. Fakat Spinoza’ nın Panenteist Tanrı tanımlamasında varlığın sonradan oluşmuş bir nesne ve bütünün kendisi olmayıp bir parça olarak ele alması, yine varlığı ötekileştirmek olacaktır. Bu durumda Dasein’ ın yapması gereken Zuhandensein’ ı açıklamak ve onun kendinde bilgisine(bkz. Kant, Transandantal) yahut onun iradesini bulmaktır. 

Sonuç olarak; 

•Rasyonalizm, Heidegger’ e göre varlığı ayırmakta ve bir bütün olarak sorgulamamaktadır( bunu en doğru yapan Pre- Sokratik Filozoflardır). Spinoza’ nın Heidegger ile yaklaştığı nokta onun Conatus tanımı ve varlığı kutsal olan ile açıklaması olacaktır. Bu durum Kartezyen Felsefe ile Fenomenoloji arasında farklı fikir tekamülleri oluşturmaktadır. 

Ahmed Bilal

Ahmed Bilal

Ahmed Bilal, Kıta Felsefesi geleneğine bağlı bir yazardır.İlgilendiği başlıca Felsefe alanları olan Ahlak, Varlık ve Siyaset Felsefeleri ile ilgili yazılar yazıyor.Güncel olarak da yazmaya devam ediyor.Ayn Rand, Friedrich Nietzsche ve Søren Kierkegaard en çok etkilendiği Filozoflardır.2025 itibarı ile yazılarını dusunensey.com ile paylaşmaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Felsefe

Descartes’tan Postmodernizme Bireyin Yeniden İnşası

🖋 Lyotard’ in söylemiyle üst değerlerin( Örneğin ahlak sistemleri) yıkılması anlamına gelen Postmodern durum, genellikle Alman İdealizminde Friedrich Wilhelm Nietzsche ile; Fransız Felsefesinde ise Henri Bergson ile özdeşleştirildiğini görürüz. 🖋 Ancak söyleyebiliriz ki, bireyin merkeze

İntiharın Etik Boyutu 

Philipp Mainländer, Hegel ve Schopenhauer Felsefesinden izler taşıyan ve bu iki Felsefeyi sentezleyen bir Filozoftur. En önemli başyapıtı olan Das Philosophie der Örlosung adlı

Düşünmek, İtaatsizliğin İlk Hâlidir

Otoritenin tarihi, daima eylemin kontrolünden düşüncenin tahakkümüne doğru evrilen bir sürecin tarihidir. Geleneksel tahakküm mekanizmaları fiziksel itaat üzerine yoğunlaşırken, modern iktidar yapıları asıl tehlikenin