David Lynch’in 1980 yılında çektiği The Elephant Man filmi, başkarakteri itibarıyla iç ısıtan kült bir film olmasından öte, değindiği çeşitli sosyolojik ve psikolojik konularla sinema tarihinde önemli bir yere sahip. Yalnızca bir biyografi filmi olarak değil, süregelen acımasız doğruları ele alış şekliyle de zamansız bir film olarak karşımıza çıkıyor. Toplum tarafından dışlanan ve sonrasında aynı toplum tarafından kabul gören bir adamın hikayesini izliyoruz, Joseph Merrick’in, namıdeğer fil adamın.
THE ELEPHANT MAN
Film, bir kadın ve bir filin beraber olmasıyla başlar. Bu Merrick’in hastalığına karşı insanların uydurduğu bir hikayedir. Daha bu ilk noktada, toplumun Merrick için kurduğu hayallere bakarız. Çünkü onların gözünde Merrick, belirli tıbbi rahatsızlıklar sebebiyle bu şekilde doğmuş normal bir insan değildir. Onu bir masal karakteri olarak düşlerler, sanki doğanın bir oyunuymuş da Merrick doğa tarafından cezalandırılmış gibi. Anlamaya çalışmazlar, anlamak istemezler, onu masallaştırarak korkunun nesnesine dönüştürürler. İşte Merrick de, böyle bir dünyada var olmaya çalışır.
Merrick’in bedeninin her yanı asimetrik dokularla kaplıdır. Başı vücuduna oranla çok büyük ve ağırdır. Bu sebeple geceleri diğer insanlar gibi sırtüstü uyuyamaz, boğulmamak için belli bir pozisyonda yatması gerekir. Konuşmasında zorlanmasına neden olacak biçimde ağzı yamuk ve yaralarla kaplıdır. Vücudunun bazı kısımları görece daha büyük veya küçüktür. Tüm bunları toparladığımızda, onu net bir şekilde ayıran bir görünüme sahiptir.
Bu hastalığı dikkat çekici bulur insanlar. Bundan faydalanmak isteyen Bytes karakteri, Merrick’ın sahibi olduğuna inanarak onu sirklerde, panayırlarda sergiler. Kalabalık onu dehşete düşmüş gözlerle seyreder, bir ucubeye bakar gibi. Bazısı kahkaha atar, onu gülünç bulur ve sanki bir eğlence aracıymış gibi parasını öder, zevk alır gördüklerinden. Bazısı korkar, hemen uzaklaşmak ister, normal olarak nitelendirdiği insanların arasına dönmeye çalışır. Hepsinin verdiği tepkiler değişse de, ortak yönleri vardır. İlk olarak Merrick’i bir obje olarak değerlendirdiklerini anlayabiliriz. Onu nefes alıp veren, duygu ve düşünceleri olan, arzuları olan bir insan olarak düşünmekten çok önlerine konulmuş bir eser olarak görürler. Keyifli vakit geçirmek için panayıra gelmişlerdir, yeni bir gösteri görüp izlemeye karar verirler. Hiç görmedikleri, sıradışı bu adamı görüp tepkiler verirler, iğrenir, güler, meraklanırlar. Gösteri bittiğinde ise hiçbir şey olmamış gibi devam ederler eğlenmeye. Gösterilenleri tüketir, yeni şeyler tüketmeye giderler. Merrick’in duygularını, o sahnede olmak isteyip istemediğini, neden böyle doğduğunu, hiç dostu olup olmadığını düşünmeden bakarlar ona. Günümüzün büyük problemi, empati yoksunluğu. Kim bilir kaçımız bir tanıdığımızı üzgün gördüğümüzde onunla konuşup anlaşmaya çalışıyoruz, kaçımız olanlara sessiz kalıyoruz, kaçımız kendi dertlerimizde yaşamaktan etrafına bakamaz durumda. Kaydırdığımız videolarda felaketler, insanlık sorunları, hüzün var. Kaçımız bakıp geçiyoruz, kaçımız her şeyi geçiyoruz, hiçbir ‘şey’de duramıyoruz, derine inemiyoruz. Başkalarına kıyıdan köşeden bakınca, kendimizde ne kadar da derine batıyoruz.
İnsanların Merrick’i izlerken hissettikleri bir diğer ortak nokta ise, tatmin duygusu. Kendilerinin ne kadar sağlıklı, mutlu oldularını görüp güçlü hissediyorlar, tatmin oluyorlar. Yanlarına baktıklarında onları seven insanlarla karşılaşıyorlar. Yalnız ve çirkin olmadıkları için şükrediyorlar. Bir rahatlama seansı olarak düşünüyorlar gösteriyi, Merrick’e baktıklarında gördükleri şey onun kusurları değil, kendi kusursuzlukları. Sürekli bir kıyas halinde, en olma beklentisinde yaşıyorlar, kendilerini unutuyorlar.
Tam da bu insanların arasında kalan Merrick ise bir gün Dr. Treves tarafından farkedilir. Treves tıbbi bir araştırma için onu hastaneye götürür ve onu hasta olarak kabul etmelerini ister doktorlardan, eğer başarırlarsa tıp tarihinde büyük bir başarıya imza atacaklardır. Dr. Treves, Merrick ile ilgilenmeye başlar. Onu konuşturmak, diğerleri gibi günlük yaşama davet etmek ister. Bu noktada seyirci olarak ona sempati duyarız. Ancak Dr. Treves’ in davranışları dışında Bytes’ten pek de bir farkı yoktur. İlk başta Merrick’e tıbbi bir başarı sağlama amacıyla iyi davranıyordur, ona şefkat gösteriyordur. Aynı Betsy gibi, ama farklı amaç ve yöntemlerle Merrick’i kullanıyordur. Burada insanların bencilliği başarılı bir şekilde ele alınır. Kendi isteklerimiz için eylemlerde bulunuruz her zaman, çıkarlarımızı gözetiriz. İyi biri olduğumuzu düşünsek de hepimiz kendi içimizde bencilizdir.
Oysa Merrick, hiç beklenmeyen bir şekilde dünyasının kapılarını doktora açtığında bambaşka bir ruhun varlığına tanıklık ederiz. Yaşadığı tüm çirkinliklere rağmen, tazeliğini ve inceliğini koruyan, zarif bir ruhtur bu. Başkalarının bakışlarından, sözlerinden, kötülüklerinden sakınmış, kendine sığınmış bir ruh. Filmde o ana kadar gördüğümüz herkesten daha nazik, daha sevgi dolu, heyecanlıdır. Hastaneye gelişiyle yeni bir hayata başlamış gibi olur, diğerleri tarafından farkedilen bir hayat. Varlığını duyumsayan insanların arasında olmak onu başka hiçbir şeyin edemeyeceği şekilde mutlu eder. Oturup çay içebildiği, sohbet edebildiği, insanlarla olabildiği sürece fazlasına ihtiyaç duymaz. Kendi kendimize şunu sorarız, insanlar tarafından bu kadar nefret edilmesine rağmen, zarar görmesine rağmen nasıl tekrardan insanlara dönebilmiştir, onlara güvenip kendini açabilmiştir? İçindeki temiz ruhu insanların lekelerinden korumayı nasıl başarabilmiştir?
Ve Merrick keşfedilir. Onun ne olduğunun ötesinde nasıl biri olduğunu anlayan herkes hayran olur ona. Çevrelerinde bulamadıkları saflığı onda bulurlar. Merrick, her şeye rağmen, kötü olmayı bilmeyen biridir. İçinde insanların özünde iyi olduğuna dair öyle güçlü bir inanç vardır ki, kendisi de özünden vazgeçmez. Dünyaya gönderilmiş bir melekmiş gibi bakılır ona. Önceden bir görüntüye sıkıştırılmışken, artık toplum görüntünün arkasına geçebilmiştir.
Filmin ilerleyen dakikalarında bir hastane görevlisinin Merrick’i merak edenleri toplayıp geceleri onun yanına getirdiğini görürüz. Eski hayatından anımsamalar gibidir, ona hala aynı göz ile bakan insanlardan rahatsız olur. Onun kim olduğundan çok ne olduğuyla ilgilenen kişiler etrafını sarar. Merrick onlardan kurtulamaz, kaçıp gidemez, karşı çıkamaz. Yeni doğan bir bebek gibi kırılgandır hala, sesini çıkartamaz. Doktorun müdahale etmesiyle huzur bulur Merrick.
Ancak hemen ardından Bytes tarafından kaçırılır. Panayırda mahkum edilir. İnsanlar ona alayla bakar, kahkaha atıp izlerler. Merrick’in kabusu tekrardan başlar. Ama buna katlanamaz, hayatın ne demek olduğunu bir kere öğrenmiştir, geriye dönmek istemez ve kaçmayı başarır. Yüzüne bir torba geçirerek dolaşmaya başlar. Gizlenir, kaçar; Bytes’ten, insanlardan. Londra’da bir metroda yüzü görününce insanlar etrafını sararlar ve torbayı çıkartırlar. Gördüklerinden iğrenirler. Merrick ise koşar, onu anlamayan herkesten kaçar. Artık gidecek hiçbir yeri kalmadığında şu ünlü repliği bağırır: ‘ I am not an animal. I am a human being. I am… a… man.’ Bu sahne filmin zirvesidir. Bize olmaktan korktuğu her şey olan insanlardan biri olup olmayacağımızı hatırlatır. Merrick’e böyle davrananlardan mı olacağız? Başkalarının acısına nasıl bakacağız?
Merrick eski hayatına geri döner, mutluluğuna kavuşur. Odasını düzenler, arkadaşlarıyla zaman geçirir. Mutludur, ruhunda bir eksiklik taşımıyordur. Sevdikleriyle, sevdiği bir yerde, seviliyordur. Daha fazla hiçbir şey istemez.
Merrick’in odasında normal bir şekilde uyuyan bir insanın fotoğrafı vardır. Onun oraya neden konduğunu merak edebiliriz. Tam olarak bilemesek de, Lynch’in burada Merrick’in diğer insanların arasına karışma isteği ve normal biri gibi yaşama arzusunu belirtmek istediğini tahmin edebiliriz. Merrick her ne kadar panayır zamanlarında toplumdan yana bir hiç gibi hissettirilmiş de olsa, hayal kırıklığına da uğrasa; ona yapılan ‘yanlış’ biriymiş muamelesini benimsemiş olabilir. Ona hep bir ucube olduğu, sanki herkes normalmiş ve doğru olan normal olmakmış, onun çirkinliğinde birinin ise insanlarla birlikte olmaya hakkının olmadığı hissettirilmiş. Sürekli bu düşünceler arasında kalan bir insanın bu düşünceye kendisinin de inanması beklenir. Merrick de sürekli normal olmaya özenir, herkes gibi olmayı arzular. Farklılığının farkındadır ama bundan memnun değildir. Bu farklılığın onu mahvetmesine izin vermez ama öyle olmamayı dilemekten de geri durmaz. Bu nedenle odasında normal yatan bir insan fotoğrafı bulunur. Kendisi de öyle yatmak istiyordur, normal bir yaşama sahip olmak, aynı diğer herkesin sahip olduğu gibi.
Filmin sonunda Merrick’in hastalığı ilerler ancak Merrick, sevgisinden, neşesinden hiçbir şey kaybetmez. O artık arzu ettiğini bulmuştur, varoluşunun anlamını bulabilmiştir, o artık sevilen ve görünen biridir, aynı diğer herkes gibi. Odasının kapısını kapatır, kafasını yastığa koyar, aynı diğer herkes gibi. Ve gözlerini kapar. Annesiyle buluşur.
YANSIMA
The Elephant Man’i bir dram olarak değil, toplumsallığa katkıda bulunan bir eser olarak değerlendirmek gerekir. Bu film, gösterdiği diğer her şeyin yanı sıra, en çok ve en önemli olarak bize şu soruyu sorar: Başkalarının acılarına nasıl bakmak gerekir?
Günümüz dünyası yalnızlarla, kötülerle, iyilerle, farkeden ve farketmeyenlerle, çabalayan ve çabalamayanlarla dolu. Bugüne değin olan olayların ve değişen zamanın elimizden aldığı o kadar çok şey var ki. Biz iyi yaşamayı öğrenmeye çalışan insanlar olarak bunu nasıl yapacağımızı bilemiyoruz hiçbir zaman. Benliğimizi geri plana atmadan topluma nasıl karışacağımızı, nasıl işe yarar bir şeyler yapacağımızı, canavar haline nasıl dönüşmeyeceğimizi düşünüyoruz. Oysa sorularımız hep cevapsız kalıyor ve bunun yükü çok ağır. Ama inanarak şunu söyleyebilirim ki, kendine yardım etmek isteyen insanın önce çevresini anlaması ve gördüklerine kayıtsız kalmaması lazım. Kaybolmakta olan insanlığın değerlerini farkedebilirsek şayet, kendi değerlerimizi de oluşturabileceğiz. İçimizdeki güzelliği oluşturabilmek için,çirkin bakan gözlüklerimizi çıkartmamız gerekir.