🖋 Lyotard’ in söylemiyle üst değerlerin( Örneğin ahlak sistemleri) yıkılması anlamına gelen Postmodern durum, genellikle Alman İdealizminde Friedrich Wilhelm Nietzsche ile; Fransız Felsefesinde ise Henri Bergson ile özdeşleştirildiğini görürüz.
🖋 Ancak söyleyebiliriz ki, bireyin merkeze alınması aslında Antik Yunan’ da Aristoteles ile başlamıştır( bkz. Ayn Rand’ in “ bireycilik” ve “ akılcılık” tanımı) . Örneğin, Aristo’ nun Aklın sonsuzluğu ilkesinden yola çıkarak hem varlığı yorumlaması hem de “ Hareketsiz İlk Hareket Ettirici” olan Tanrı’ ya ulaşması buna örnek gösterilebilir. Birey, Aristoteles ile artık dünyayı tasarlayan( bkz. Schopenhauer) ve algılayı düşünen( bkz. Descartes) özne hâline gelmiştir. Aristoteles, aslında yüzyıllar öncesinden büyük bir fikir tekamülü ile hem Descartes hem de Baudrillard gibi Postmodern Filozofların etkilemiştir, diyebiliriz. Bu durumu açıklayabilmek adına Baudrillard ve Descartes bağlantısına bakalım:
🖋 Descartes ve Baudrillard:
🖋 Descartes, Discours De La Méthode adlı eserinde belirttiği gibi aslında Tanrı’ nın kötü niyetli olma ihtimalinin( bkz. Kötü Tanrı Argümanı) yahut Tanrı’ nın varolmama ihtimalinin bizi Ahlakî- Anti- Realist yaparak ahlakî kuralların mutlak kaynağı biz olacağımız ve bu da kendimizi içselleştirilmiş bir Panteizm’ e yaklaştıracağımız anlamına geliyordu. Aslında Descartes için bir İlahi Buyrukçu diyebiliriz çünkü Descartes için varlık dizininde aslolan en mükemmel varlığın( bkz. Metafizik, Aristoteles) ahlakî yargıların sa en mükemmelinin onun verebileceğini, söylüyordu. Spinoza ile farklı bir fikir tekamülünde bulunan Descartes, Tanrı’ nın bizi “ tin ve akıl” şeklinde ortaya çıkardığını ve Spinoza gibi bizi Tanrı cevheri karşısında soyut kalan bir varlık olarak değil; Tanrı’ yı ve onun varlığına içkin olan bilginin keşfedilmesi için yola çıkacak olan “ Cogito” idi. Burada asıl sormamız gereken soru şudur; Cogito, dünyayı yorumlar ve düşünürken bunun metodu nasıl olmalıdır? Descartes’ ın burada eserinde de bahsettiği, sırasıyla, Şüphe- Analiz- Sıralama- Sağlama ile yapılması gerekmektedir. Burada yeni sorumuz da Cogito’ nun iktidar ile bağlantısıdır; Cogito, ya iktidarın ideolojilerinde şekillenip bu şekilde topluma entegre olacaktır ya da iktidarı da şekillendiren yine Cogito olacaktır.
🖋 İktidar, Cogito’ nun Bir Tasavvuru mudur?
• Dilin, anlağı şekillendirebilme kabiliyetine sahip olan Cogito, aslında Deleuze’ ün de bahsettiği iletişim mefhumunu diğer öznelere uygulayabilme kapasitesine sahiptir. Çünkü, zihnin dışında tinin de varlığını kabul eden Descartes, bi’ nevî bir inşa süreci başlatır. Bu aynı Plotinos’ un “ Bir” mefhumu gibi, dış dünyayı kendi fikir tekamülleri ile inşa edecektir( bkz. İbni Sina’ nın Faal Akıl mefhumu) . Ancak eğer iktidarı, Cogito’ nun zihninin bağlamsallığına teslim etmemiz bizi ya Totaliter bir rejim anlayışına( bkz. Jean- Jacques Rousseau) ya da Makyavelist bir anlayışa götürebilir. Çünkü Cogito, isterse iktidarı ve iktidarın halk üzerindeki olumlu yahut olumsuz etkisini değiştirebilme kapasitesine sahiptir( bkz. Toplum Sözleşmesi, Jean- Jacques Rousseau) . İşte Descartes, burada Cogito’ yu bir inanca tabii tutarak onu Ahlakî- Super- Naturalist yapar ve bu ona ahlaki kriterler koyar. O hâlde, Ahlakî- Anti- Realist bir Cogito ideali yaratabilir miyiz? Çünkü eğer borey, hakikate ulaşmak istiyorsa Foucault’ nun dediği gibi iktidarın ve üst kurumların bilgisinden bağımsız bir bilgi anlayışı geliştirilmelidir.
🖋 Peki, birey bu bilgiyi üretirken ideolojilerin etkilenebilir mi? Louis Althusser’ e göre ideolojiler aslında Kapitalizmin aletleridir. Dolayısıyla ideolojiler aracılığı ile bilgi tasavvuru rölatif olma ve anlağın esnekliğinden faydalanılarak dilin sınırlarının( bkz. Wittgenstein) dışında kalma tehlikesi oluşabileceğinden Althusser’ e göre ideolojileri bireyi, yani esasında Cogito’ yu, determinist bir forma büründüren yapılar olarak görmek gerekir. Yani aslında Louis Althusser, Descartes’ ın Cogito’ sunun dedüktif( bkz. Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe, Husserl)olarak nitelendirebileceğimiz noktası olan aklın varlığını kabul ederek onun Kapitalizm tarafından kısıtlandığını, söyler. Descartes’ ın metodu olan “Şüphe- Analiz- Sıralama- Sağlama” da da bireyin bilgiye erişmek için içsel bir yolculuğa yola çıkması gerektiğini ve tüm bilgilerin insan muhayyelsinden atılarak, bilgilerin yeniden inşa edilmesini teklif eden bir Septisizm’ dir.
Ahlakî Olarak Cogito ve Postmodernizm:
🖋 Ahlakî- Super- Naturalist olan Cogito, Tanrı’ nın varolmama durumunun bizi içsel Panteizm’ e götüreceğini söyleyerek( bkz. Discours De La Méthode, Descartes) bu durumun aynı zamanda yaşamın ve dış dünyanın olumsuzlanmasına neden olan bir Solipsizm’ e yönlendirdiğini, söyler. Ahlakî yargıların Anti- Realist olmadığını söyleyen Descartes aslında bir Kognitivisstir ve ileride Hume’ un öne süreceği Ahlakî yargıların akıl ile işaret olunamayacağı/ ifade olunamayacağı doktrini ile farklı bir fikir tekamülünde bulunur. Aynı zamanda Preskriptivizm’ in doktrini olan Ahlakî yargıların aslında bir emir olduğu( bkz. Deleuze’ ün “ İletişim” mefhumu) ve Emotivizm’ in Ahlakî yargıların duyguların dışavurumu olduğu, doktrinleri ile farklı bir fikir tekamülüne sahiptir.
- Deleuze ve Descartes’ ın Ahlak Felsefeleri:
🖋 Deleuze, Foucault’ nun Siyaset Felsefesini öznenin toplumsal ilişkileri ile açıklamaya çalışan bir Filozoftu ve Cogito için düşünecek olursak, eğer Cogito Solipsist olmayı seçmiyorsa diğer zihinler ile etkileşimi olağandır. Cogito’ nun diğer zihinler ile etkileşimi genelde Wittgenstein’ ın Dil Felsefesi ile açıklayabiliriz. Örneğin Cogito, eğer içsel bir deneyim yasamışsa aslında bunu dil ile ifade edebildiği ölçüde diğer zihin üzerinde bir tahayyül işlemi başlatır ve baskı kurar( bkz. Thomas Hobbes) . Wittgenstein, Ahlak’ in dil ile ifade olunamamasının dilin sınırları yüzünden olduğunu söyler. Foucault açısından bakacak olursak, Ahlakî Rölativist olarak nitelendirebileceğimiz Foucault, özneler arası ilişkiler ve devlet aygıtlarının çatışmaları( bkz. Toplum Sözleşmesi, Rousseau) İktidarın, aslında dilin anlağa nüfuzu ile insana kabul edilişi ve insanların genelde duyumu elde edilene karşı bir anksiyete yahut korku duymasından kaynaklanır( bkz. Kierkegaard ve Hobbes’un “ rüya” mefhumu) . Cogito, bu yüzden aslında iktidarı meydana getiren ağları yaratma istencine ve tasarımına( bkz. Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya) kendiliğinde sahiptir. Bu durumda bu onu Anti- Realist yapmaktadır ve iktidarı Ahlakî bir şekilde ele almak yahut onu Totaliter bir şekilde tasavvur etmek kendi elindedir.
b. Machiavelli ve Descartes:
🖋 İktidarın bir ahlakîlik taşımak zorunda olmadığını söyleyen Machiavelli bu durumda aslında iktidar perspektifinde ve yöneticilerde aslında bir Ahlakî- Nihilist nazarı ile bakmaktadır. Çünkü Machiavelli Felsefesinde Patrick Dupoey’ in dediği gibi Ahlak ve Siyaset’ in uzlaşmasını aramak beyhudedir. Ahlakî- Nihilist olan töneticiler aslında siyasetin gereğini yapmaktadır ve ahlakî önermelerin tümüne bir Gayribilişsellik atfettiğinden dolayı aslında kendi yaptığını ahlaksızlık olarak görmemektedir. Burada yöneticilerin içselleştirilmiş bir Panteizm’ e ( bkz. Descartes) yönelmesi yöneticilerin dünyayı kendi nazariyatından numen kılması( bkz. Kierkegaard) ve münzevî bir yalnızlık( bkz. Nietzsche) ‘ tan ziyade Solipsist bir Nihilizm’ e sürüklemesi, demektir. Bu durumda birey, erdem gibi mefhumları da reddedeceğinden aslında bu durumda onu iki yol karşılamaktadır. Ya bu erdemi kendi yaratacak yahut onu her ne kadar akıldışı bulsa da ona inanacaktır( bkz. Credo Quia Absurdum ) . Bu anlamı yaratırken siyasetçi, yani Cogito, öncelikle metod’ u izleyecek( bkz. Discours De La Méthode) ve sonrasında bunu nasıl bağlamsallık içinde ebedi kılacağı konusunda genellikle sezgilerine başvuracaktır. Çünkü her iki durumda da ontolojik olarak irrasyonal olan ve Non- Kognitivist olan bir mefhumun yerine yenisini inşa etme sürecine girmiştir. Ayrıca Machiavelli, Bacon’ un dediği gibi aslında halkı siyasetçilere karşı uyaran bir Filozof olduğundan dolayı Cogito’ nun görevi genelde bu durumda bireyci, İndividüalist, bir tavır alması gerekmektedir. Ayrıca doğa durumundaki özgürlüğünü( bkz. Toplum Sözleşmesi,Rousseau) tam anlamıyla elde etmeye çalışmalı ve devleti oluşturan ve onu tasavvur eden nihaî unsurun ( bkz. Souverain ve Devlet mefhumları, Jean-Jacques Rousseau) kendisi olduğunu bilmelidir.