Narcissus, Yunan mitolojisinde güzelliğiyle herkesin ilgisini çeken genç bir adamdır. Ancak o, kimseye âşık olmaz, kimseyle bağ kurmaz. Tanrılar tarafından cezalandırılır: bir gün su içerken gölde kendi yansımasını görür ve ona âşık olur. Bu yansıma asla karşılık veremeyeceği için Narcissus, zamanla bu aşkın içinde eriyip yok olur. Kimine göre orada ölür, kimine göre bir nergis çiçeğine dönüşür.
Caravaggio’nun Narcissus tablosu, yalnızca mitolojik bir sahneyi değil, insan bilincinin kendine çarpıp paramparça oluşunu resmeder. Göl, yalnızca bir su değil; benliğin aynası, içe bükülmüş düşüncenin yüzeyidir. Narcissus diz çökmüş halde suya bakar, ama o bakış bir dışa yönelim değil, içe kapanmanın eşiğidir – hatta eşiği geçmiştir bile. O an, insanın dünyadan geri çekildiği, sadece kendi varlığına yankılandığı bir an’dır.
Narcissus, başkalarını sevmeyi reddeder. Ancak bu sevemeyiş, soğukluk değil, derin bir eksikliğin dışavurumudur: başkasına açılmayı gerektiren “benlik sınırları” henüz oluşmamıştır. O, kendini tam anlamıyla göremediği için başka birini de göremez. Yalnızca yansımasına âşık olur çünkü yansıma, benliğin kontrol edilebilir, idealize edilebilir versiyonudur. Gerçek insan ilişkileri ise kırılganlık, belirsizlik ve acı içerir. Yansıma ise sessizce teslim olur – ne yargılar ne terk eder.
Ama işte burada tuzak başlar. İnsan, kendi içine ne kadar derin bakarsa, o kadar körleşebilir. Çünkü içe bakmak, aydınlanma için değil, haz için yapıldığında insanı hapsetmeye başlar. Yansıma öylesine büyüleyici olur ki insan artık başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Dünya silinir. İlişkiler anlamını yitirir. Zaman bile durur. Narcissus’un diz çöküşü, bir ibadet gibi görünse de aslında bir teslimiyettir: kendi yüzüne mahkûm olmak, özgürlüğün değil, tutsağın en rafine hâlidir.