varoluş: evrenin en absürd şakası.

hepimiz, dört milyar yıllık bir evrim selinin ardından, olası sonsuz boşluğun içinde savrulurken, tek bir yüzen kayanın üstünde evrimleşmiş maymun kostümü giymiş bir grup beyinden ibaretiz. yaşamın nasıl başladığına, bilincin ne olduğuna dair elimizde kesin hiçbir şey yok. burada olma konusunda hiçbirimizin seçeneği yoktur: sadece kendimizi bu rastgele gerçekliğe itilmiş buluyoruz. neden burada olduğumuza, nerede olduğumuza ve gerçekte neler olup bittiğine dair hiçbir fikrimiz yok. öldüğümüzde nereye gittiğimiz bilinmiyor; tanrının varlığı, tüm varoluşun hiçlikten gelip gelmediği, belki hep bir şeyin daima vardı mı yoksa milyonlarca kez tekrar mı geldik—bütün bu ihtimaller karanlıkta asılı duruyor. ne derseniz deyin, bu bir paradoks: varoluşun kendisi paradokstur. olmaması gerekir; bir şey saf hiçlikten nasıl doğabilir? ya da bir şey kökensizce sonsuza dek nasıl var olabilir? çılgın olan şu: bu soruları cevaplayacak tek bir kişinin bile olmayışı. gerçekten hiçbir fikrimiz yok. gerçeklik hakkında karanlıktayız.

bunu daha da sinir bozucu yapan şey, gerçeklik nasıl olursa olsun, onu tam anlamıyla kavrayamayacağımız gerçeğidir. beynimizin sınırları bunu kavramaya elverişli değil; bize bir paradoks gibi görünür; ama—var olsa bile—cevap, bizim asla bilemeyeceğimiz bir cevap olabilir. bu, varlığın ironisidir: cevap orada olabilir, ama bizim için erişilemez.

beden, yüksek verimli bir hayatta kalma makinesidir: evrim ona refleksler, içgüdüler, “ölme” kılavuzu ve ani tehlikelerden sıyrılma yeteneği verdi. daima savaş ya da kaç modunda, düzene hazır bir aracıdır. peki zihin? zihin, aracın altında bir yerde, neredeyse uygunsuz bir ayrıntı gibi durur: boğayla burun buruna gelirken bir anlık mucizeyle kurtulmuş birinin, ardından bitkilerin bizim aramızda dedikodu yapıp yapmadığını merak eden adamdan farkı yoktur. beden saldıran bir hayvandan kaçarken, zihin pizzanın yuvarlak değil kare olsa daha mı lezzetli olacağını sorgular. beden kayadan düşerken refleksleriyle kendini kurtarır; zihin köşede bulutların sıkılıp sıkılmayacağını düşünür. bedenin işi varoluştur; zihnin işi sorudur.

bilincin belirli bir biçimi, felsefe yapma kabiliyetiyle başlamadı. başlangıçta her şey hayatta kalmayla ilgiliydi. fakat bir yerlerde—tarihsel bir sapmayla—daha büyük, soyut sorulara merak etme kapasitesini geliştirdik. hâlâ bu konuda çok yetkin değiliz. örneğin: sonsuz bir kozmos? bu fikri beynimiz işgal ettiğinde fiziksel acı hissediyoruz; sınırlarımız geriliyor. ama bu, fikrin yanlış olduğunu kanıtlamaz; sadece sınırlı olduğumuzu gösterir.

biz, çevremizle aynı ham maddeden kurulu bir türüz. evrenin kendisinin bir tür bilinci gibi görünme dürtüsü taşıyoruz—çünkü onun parçalarıyız. kapalı bir sistemde yavaşça çürümeye mahkûm olmak, absürdlük içinde bazen insanı garip bir neşeye sürüklemiştir; ben de bu ironiyi sık sık gözlemlerim.

bilinç ise bir anın milisaniyelerinde sinirsel etkinliklerin örülmesidir. o, yalnızca an be an bir araya gelen elektriksel koroların ortaya çıkardığı geçici bir düzen; beyin devrelerinin kısa süreli bir senfonisi. bilinç, belki de yalnızca bu kompleks etkileşimlerin geçici bir yansımasıdır—ve bu da, her birimizin içindeki fırtınanın hem mucizevi hem de kırılgan olmasını açıklar.

Düşünen Şey

Düşünen Şey

Düşünen Şey bir felsefe oluşumudur.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Kendime Düşünceler

anlam öldü ve onu biz öldürdük.

yasaklı düşüncelerimizin mesken tuttuğu yapayalnız evrenin en ıssız köşesinde, domino taşları gibi birbiri ardına devriliyoruz. yıkımın verdiği histen garip bir haz alırmışçasına birbirimize sürtünüyoruz—ve

biz hiçiz, aradığımızsa her şey.

biz, kendi varlığına bile tam kanaat getiremeyen kırılgan bir bilinç taşıyoruz. bir avuç etin içine sıkışmış sonsuzluk arzusu. ne yıldızlar kadar uzağız ne toprak